Ana içeriğe atla

SEYDİŞEHİR'de YAŞANAN


İçindeki düşünceleri,kalbinden geçenleri,yapmak isteyip yapamadıklarını yahutta yapacaklarını şekillere döküp onları sanat eserleri haline dönüştürenlere sanatçı denir.Onlar bir taklit yahut görselliğe göre hareketler sergilemez.Tüm kalplerini eserlerine yansıtırlar.Yansıttıkları geride bıraktıkları,özlemleri,gelecekteki istekleri ve içlerindeki güzelliklerdir. Yıllar yıllar öncesinde Seydişehir'de Küpe dağlarının altlarında uzun uzun kavakların,görkemli söğütlerin arasında,diğer evlere nazaran biraz daha ayrıcalıklı,şehirden az uzak,Küpe dağlarının altlarındaki bağlara,bahçelere daha yakın,müstesna,2 katlı sarı evde,bir yürek atardı.Belliki burada ağaçların arasındaki bu müstesna evde yaşama ve oturma düşüncesi doğadan ayrılmamak,tabiatla özdeşleşmekti.Öyle düşüncelerle yapılmıştı bu sarı 2 katlı ev.Ağaçlarda,çimenlerde yeşilin tüm tonlarını görürsünüz.İşte bu evde ağaçlardan,çimenlerden bahardaki yeşile çalar tüm renkleri gözlerine alan hikayemizin kahramanı adı yok genç kız annesiyle ve 2 abisiyle birlikte yaşardı.Onun gözlerinde hele hele tebessümler edip harelenmelerinde İlkbaharın yeşile çalan renklerini,güzelliklerini görür,mevsim bahar olmasada ilkbahar gelmiş hissine kapılırdınız.Adı yok genç kız acılarıyla,yaşayamadığı ve gerilerde bıraktığı gençlik yıllarıyla bu beldeden,Seydişehir'den gelip geçti.Vardığı yerde,yaşadığı kentte ıstırapları,acıları hiç dinmedi.İçinde hep o 2 katlı sarı ev,çocukluk yılları,liseden sonra devam edemeyip,gitmek isteyip,gidemediği üniversite ve doyamadığı güzel beldesi vardı.Yaşayamadıklarını psigolojik rahatlama adına tablolar,kaat'ı sanatına,kağıt rölyefin detaylı şekilde mevcut resimlerin boyut kazandırılarak kesilerek yapılmasına döktü.Sadece bunlarmı?.Yaşadıkça hayat şartlarının ona yüklediği sorumluluğun içinde var olan üretken yapısıyla pasta-börek vs.türü ürünleri üretip pastanelere,okul kantinlerine istek üzerine yapıp para kazanarak, "İşte hayat her zaman,her daim ayaktayım" dercesine çocuklarını kimselere muhtaç etmedi. Kader onu hiç istemediği bir yaşamın içine sürükleyip alıp götürmüştü.O yaşlarda geleceği hususunda karar verme yetisi kendi elinde değildi.Yürekten yaralı annesinden başka hiçbir kimsesi yok gibiydi.Aşağıda bir kaç metre ötelerinde dayılarından biri oturur ama varlıklarıyla yoklukları belli olmayan,görsel tanışıklıktan öteye gitmeyen akrabalıktı birliktelikleri.Birbirlerine gelip gitmezler,uzaktan uzağa seslenerek sürdürürlerdi ilişkilerini.Tabi zorunlu olarak bir ihtiyaç olurda seslenilmek gerekirse.Onun haricinde başka bir diyologları olmazdı.Çarşı içinde bir dayı daha vardı.Onunlada 3 aşağı 5 yukarı az ötelerinde oturan dayıdan farklı birliktelikleri ve samimiyetleri yoktu,Annesi,ölen babasının maaşıyla ve evlerinin birinci katını kiraya vererek geçimini sürdürüyordu.Mücadeleci bir kadındı.Evlerinin önünde daha evvel Seydişehir'in bağları,bahçelikleri olarak değer gören avar vs.sulamak için açtırılmış bir de kuyuları vardı.Bu kuyuya küçük bir santrafüj koyulmuş bu santrafüjün çıkardığı su ile mevsimine göre ektikleri sebzeleri,meyveleri yetiştirip nisbetende olsa pazar gereksinmelerini sağlıyorlardı. Alüminyum tesislerinin açılmasıyla birden bire büyüyüvermişti Seydişehir.Fabrikada çalışıp,yakın köyler ve kazalarda oturan memur ve işçiler mesailerine servisler ve kendi araçlarıyla gidip geliyorlardı.Memur ve işçisiyle 8-9 bin çalışanı olan fabrika kadrosu,kentte oturan yerli vatandaşların nüfusuylada birleşince küçük beldenin nüfus yoğunluğuna uğradığı görülüyordu.Bu çokluk ister istemez zorunlu olarak mimariden tutunda eğitim,sağlık kurumlarının artmasına,lokanta ve giyim mağazaları gibi ticarethanelerinde çoğalmasına neden olmuştu.Artık Seydişehir hiç durmamacasına seyahat seyri çoğalan bir beldeye dönüşüvermişti.Torosların bir devamı olan Küpe dağları ve onun altlarındaki Soğla gölüyle özdeşleşen bu beldede fabrikanın açılması karışık kültürlerin oluştıurduğu insan birikimleri,ideolojik farklılıkları meydana getirdiği kadar,sendikaların işçi çoğunluğundan dolayı itibara alınmasına ve bu sendikacıların yaşaması,işçilerin üye sayısını artırma,işverenle yapılan ücret anlaşmalarında haklarını aramaları,bu hak arayışlarda;söz sahibi olma istekleri,çıkar siyasetçiliği artışlarınıda parelelinde getirmiştir.Sendikalar işverenle anlaşıp şimdilerde parti genel başkanlarının yaptıkları gibi,delegeleri kendilerini desteklemek için kendileri belirlediklerinden,oradan hiç inmemek,devamlı kendileri söz ve imtiyaz sahibi olmak için,bu delegelerinde devamlı kendilerini başkan yada genel başkan olarak seçmeleri kaçınılmaz oluyordu.Fabrikaya şçi alımlarında kendilerini destekleyecek işçileri hiç bir vasıfları olmamalarına rağmen işverene şart koşarak bu alımlarda etkili oldukları gerçekleri ülkemizde yaşanmıştır.Sendikacı ve gerekse sendika ağaları olarak nitelediğimiz bu yapılar,fabrikaları vasıflı işçiler ve çalışanlarla değil,kendi militanlarıyla doldurdukları muhakkaktır.Bu militanlar çeşitli ünitelere yerleştirilip,o günkü geçerli ideoloji her neyse,o ünitelerde ellerine bir iş avadanlığı yani alet edavat,tornavida bile almadan mesaileri sayılarak gerçek çalışan ve işçilere baskı,zorlamalar,militanlık yaptıkları partiye aidat toplamalardan tutunda terör havası estiren gruplar olarak bu ülkede faşizm tehlikeleri yaşatmışlardır.Bu militanlar fabrikadaki görev yerlerine gitmemeye aydan aya maaşlarını alarak, kendilerini işe alan sendikaların destekçiliklerini yapmışlardır.Görülüp şahit olunduki,hiç işe uğramadan,hatta bir başka kentte bir yüksek okulda tahsil vs.sini sürdürüp,sabah ve akşam iş çıkışlarında puantajını belirleyen militan kişiler tarafından kartlarına basılıp,hem fabrikada işte çalışıyor zannıyla maaşlar almış,hemde üniversiteler bitirmişlerdir.Bu kentte acıların kalemler edip yazmalarla satırlara sığmayacak kadar çok elim,hazin olaylar yaşanmıştır.Suçsuz insanlar döğülmüş,yüksek binaların damlarından,pencerelerinden atılmış,kafalarına demirler,sopalar vurulup sakat bırakılmışlar,kimileri ise hayatlarını kaybetmişlerdir.Tüm bunlara sebep emperyalist ülkelerin desteklediği partiler ve yine o zamanlarda ülkenin başında bulunan 5 para etmez politikacılardır.Düşünebilinirmiki,fabrikanın tüm kapılarına yerleşen militan adı altındaki çapulcular,işçilerin çıkışlarında bu kapılardan işçileri toplayarak,bu masum insanları kendilerince ya faşist yada kominist zihniyetlere gözdağı verilmek adına,sokaklarda zorla bağırta bağırta yürütmüşler,gerekirse kendilerinden olmayan insanlara saldırtmışlar,bu güzel beldeyi korkuların,ürkülerin yaşandığı bir mekan haline getirmişlerdir.İstanbul'daki 1 MayısTaksim işçi bayramı yürüyüşünde,üzerlerine kurşun sıkılarak öldürülen 30 işçi ülkemizde tarihi bir leke olarak,görenlerin yazılı ve görsel medyalardan duyanların hafızalarından halâ silinmemiştir.Herkesler hayatlarında mutlulukları ve acıları yaşamışlardır.Acıların en korkuncu insanın sevdiklerini kaybetmesidir.Normal ömür bitişi sürekli acı esindirmez,bir süre sonra biter ama cinayetlerle erken ömür bitişleri gibi farklı olanlar vardır.Kaza her neyse katlanılırda,ya cinayet?.Hele hele bir öfkenin bedeli olarak hiçmi hiçine olanları;İşte insanı en fazla yıkanıda bu şekil olanıdır. Fethiye dönüşü Konya'ya gitmek için sahil yolunu seçmiştim.Sahil şeridini takip edip,Akdeniz kentlerimizin doğa güzelliklerini seyirlerle ve bazı yörelerde durarak dinlenerek alışverişler yaparak yolculuğuma devam ediyorum.Manavgat'ı geçerek Konya yol ayrımına saptım.Tınas mevkisi üzerinden Seydişehir'e iniyorum.Bu kentte yaşadığım tüm hatıralar gözümde canlanıverdi.İnsanlar zorlarda,darlarda kalmışlarsa çıkış yolları ve çareler ararlar.Geçmişteki acılarınamı yansınlar,gelecekteki hayatlarında çarelerin,çıkmazların olmayışlarınamı?Tınas iklim değişiklikleri gereği bu mevsimde karlarla kaplanmıştı.Gece bir rampayı çıkışımla yolları tamamen kaplayan karların içine dalıvermiş ve bu durum karşısında arabanın frenlerine basmadan ayağımı gaz pedalından çekerek hızımı azaltmış,korkunç sonuçlanabilecek bir kaza akibetinden motor frenleriyle kurtulmuştum.2018 Ekim'inde bu beldenin karlarla kaplanması sürpriz sayılmazdı.Yıllar önce burada kaza yapan Etibank transport servisi araçlarından birinin,aracı kullanan şofürü dağdan fabrikaya maden taşırken kazaya maruz kalmış,bu kazada hayatını kaybetmiş, iş güvenliği açısından suç unsuru araştırmak adına görevli gelmiştik.Mortaş ve doğankuzu maden ocaklarıyla alüminyum tesisleri arasındaki mesafe hemen hemen 26 km.kadar.Bu kadar mesafeden cevher kamyonlarıyla dağdaki cevher yataklarına fabrikaya madeni boşaltıp,bu sebeple boş gidip dolu dönen şoförler genelde yolunda dik yokuşlu rampalar aynı zamanda keskin virajların fazlalığından kaçınılmaz stresli durumlar yaşayabilirler ve burada yaptıkları en ufak hatada hayatlarının sonu olabilir.Nihayetinde gidiş-dönüş 50 km.den fazla mesafe katedilir ve bu mesainin başlamasıyla bitişine kadar sürekli şoförler tarafından Alüminyum Cevheri çekimi (Nakliyatı) devam ederdi.O gün kaza yapıp hayatı son bulan şoför için mesai arkadaşları kazanın olduğu saatlerde aşırı sinirli ve herkesle ters düşer davranışlar ve hareketler sergilediğinden bahsetmişlerdi.Kazada şoförün kafasındaki düşünceler yüzünden otokontrolünü kaybettiği ve dikkatsizliğin ön planlarda olmasıyla kaza yapıp hayatı sonlanmıştı. Bu düşüncelerden sıyrılıp aşağılara Seydişehir'e inerken benim doğa tutkunluğumdan bağ ve bahçeler arasında gezerken,tesadüfi bulup kiracı olarak oturduğum,o 2 katlı sarı ev,o yıllarda Ümit Besen'in şarkılarının etkisini üzerinde taşıyan adı yok genç kızın hiç durmamacasına ve daha çok "Nasıl Unuturum Sevgilim Seni" adlı şarkısını 2.katta yukarıdaki odalardan birinde teypten dinlerken yaşadığı hüzünleri aklıma getiriyor.Bu güzel şarkıyı açık olan penceresinden aşağı kattaki kiracı olarak oturduğum evden duyabiliyordum.Geleceği üzerine kararlar verebilme yetisi kendi elinden çıkıp gitmiş bu hayati kararların sadece ve sadece korkular çeken annesi tarafından verildiği ve verileceği yaşadığı travmadan sonra kesinkes netleşmişti.Çok küçük yaşlarda yaşadığı travma onda artık her şeylere küskünlük başlatmıştı.Neydi bu durumlar,travmalara neden olan geçmişteki korkunç olaylar?
Birgün evlerinin önündeki avar ektikleri bahçelerinde annesiyle oturup ordan burdan konuşurken laf lafı açtı.Anne gözyaşları içerisinde ve ara arada gözyaşlarını elinin yeniyle silerekten küçük oğlunun evlerinin duvarında asılı bulunan silahla büyük oğlunu vurduğunu küçük kızınıda vuracakken onu sakladıklarını anlatıverdi.Duyduklarım beni şoke etmişti.Bir süre kendime gelemedim.Bir ailenin böyle bir olayı yaşaması yaşantısı boyunca üzerinden silip atamayacağı,her an aklından çıkaramayacağı korkunç bir hadiseydi.Küçük oğlu hapisteymiş.Anne her ne kadar bu acıları yaşamış,büyük oğlunu kaybetmiş,buna küçük oğlu sebep olmuş isede analık duygusuyla küçük oğluna lanetler edemiyor aksine onada sahiplenme duyguları taşıyordu.Mazi her an dalga dalga ılık rüzgarların bedenlerde etkinleşip farkedildiği gibi hafızalardan silinmemecesine hissediliyor.Yukarılarda gördüğüm yağışlar Seydişehir'e indiğimde kaybolmuştu.Beldibi Su Pompalarını gerilerde bırakırken tek başıma koşuya çıktığım bu yollar aklıma geldi ve bende de silinmeyen bu hatıralar hüzünlenmeme neden oldu.Evet tek başıma Küpe Dağlarının hemen en alt ucundaki bu maden yolunda koşulara çıkar,özgür olduğumu hisseder,bu hisle rahatlardım.Korkuların hüküm sürdüğü bu kentte o zamanlarda özgür olduğunuzu düşünmek,erişilmesi güç bir hayal gibi gelirdi.Bayiilerden aldığınız gazeteler hangi gazeteler olduğu takip edilir,uzun saçlarınız,giyiminiz,sakallarınız,o yıllarda giydiğiniz parkalara kadar herşeyler siyasi görüşünüz üzerinde belirgin birer olumlu olumsuz yargı ve hüküm demekti.Ülke nasıl olupta böyle hizipleştirilip,halk birbirlerine düşman hale getirilmişti? Sokaklarda,gecelerde,gidişlerde,gelişlerde,işyerlerindeki çalışmalarda,otobüslerdeki seyahatlerde,terminallerde,kahvehanelerde,okullarda tamamen korkular vardı,korkular hakimdi.
Evet korkuyordu küçük kızıyla bir başlarına kalan kadın.Kocasının ölümü ve bu ölümün ardından çocukları arasında yaşananlar onu hayata karşı dirençsiz hayatı ve yaşamıda bir o kadar anlamsız kılıyordu.Kızı onu ayakta tutuyor yaşama bağlıyordu.Kız kardeşinin oğlu elektronik mühendisi olmuş ve karısındanda boşanmıştı.Bu boşanmaya sebep çocuklarının olmayışı yada karısının köyde yetişen bir kız olması,mektep medrese görmeyişimi bilinmiyordu.Yeğeninin öteden beri kızında gözü vardı.Karısından ayrılmasıyla bunu fırsat bildi.Teyzesine o yıllarda lise eğitimini yeni bitiren bu güzel kız için baskıları artırmaya başladı.Yaralı kadın.için karar vermek zordu ama bir gün bu Dünya'dan kendiside göç ettiği zaman gerilerde kalan kızının hali ne olacaktı?Bu düşünceler çıkmazlara sokuyor sabahlara kadar uykuları bölünüyordu.Bizim ülkede kadın olmak zorların zoruydu.Karar verememe,birilerine oyuncaklar olma,herşeylerden men edilme,sex objesi olarak görülme,dayak atılma ve öldürülme.Evet ülkemizde ne yazıkki sebepli sebepsiz en fazla dayak atılan,şu ve bu sebeplerle öldürülen,ne olduğu,nerde olduğu bilinmeyen bir duruştaydı kadın.Giyimi,kuşamı,gezmesi herşeyi erkek egemenliği altına büründürülmüş yani kafeslere alınmıştı.Gazete haberlerinde senede 300 den fazla kadın öldürüldüğüne ve bu sayılardan kat kat daha fazla kadına kıza zorla tecavüz edildiğine dair resmi verileri bilanço eden rakamlar vardı.Bu bir ülke ayıbıydı.Aklıma Babamın İvriz Köy Enstitüsünü kazanıp,köyünden bir kızıda oraya imtihansız aldırdığı çok güzel bir uygulama geldi.Bir köy çocuğu Köy Enstitüsünü kazanırsa Devlet aynı köyden ilkokulu bitirmiş bir kız çocuğunada imtihansız o imkanı sağlıyordu.Çok güzel ve yerinde bir uygulamaydı.Her nedense bu okullardan mezun olup köylerde köylüye çok güzel anlayış ve bilgi sunan köy öğretmenlerini bir arabanın tekerinin önüne taş koyup hareket ettirmez duruma getirir gibi,köylüye çok faydalar sağlayan,köy öğretmenlerinin çıktığı yerler olan bu okulları kapatıp yok ettiler.Kendimizi erenden,dervişten,şeytandan,cinden,mezarlıktan,kabirden,kabir azapları çekilecek sömürülerinden kurtaramadık gitti.Kurtarsak o saat sömürü bitecek,akarsular coşacak,cehalet,sel suların şırıl şırıl akışları gibi silinip süpürülecek.Yok işte bitmiyor,bitirilemiyor.Gerçek yaşama dönemiyoruz.Birisi çıksada bir cin,derviş,eren yalanı atsada,alıp o yalanı yuvarlayıp katlayarak çoğaltsak diyoruz.Nitekim atılmıyor değil atılıyor ama her nedense atılan bu yalanların foyaları çok çabuk ortaya çıkmasına rağmen halâ mucizeler yaratacak birilerini beklemeye devam ediyoruz.Şöyle bir işaret yaptığı zaman taşları koyun gibi yürütecek,başımıza gökyüzünden nurlar yağdıracak bir eren,bir derviş,bir şeyh bekliyoruz.Bu yüzden bize cumhuriyetler,insanın bağımsız olması,özgür düşünmesi,gönlünce dolaşması yavan geliyor.Cehaletten kurtulmayalım,bizi cahil bırakanlar efendi,biz onlara hizmetler eden uşaklar olalım isteniyor.Sivas ta madımak otelinde bir avuç aydın insanı otelle birlikte yakıp,yok etmeye çalışan insan deyemeyeceğim insan görünümündeki bu tiplemeler,yukarılardaki satırlarda belirttiğim hacı,hoca,şeyh,ermiş,evliya hikayeleriyle bu halkın üzerinden kan emiciler olarak asalaklar,parazitler gibi yaşamlarını sürdürmek istiyorlar.Anam hiç mektep medrese görmemiş.Kız çocukları onun yaşadığı yıllarda köylerde okula gönderilmezler hocaya gönderilirlermiş.Gerçi bu zamanda da değişen bir şey yok.Okullar kapandımı sübyan çocukların yaz aylarında dinini öğrensin adına cami hocalarına gönderildikleri gibi.O dönemlerde köyün üzerinden geçen tayyare seslerini duydukları zaman Anamları kendince okutan hoca "Saklanın Atatürk'ün tayyareleri geçiyor" diye korkutur onlarda ora,bura kendilerince siner saklanırlarmış.Ülkeyi kurtaran Büyük Atatürk'ü o yetmedi diyanet gibi bir kurumu kuran,hacıya,hocaya bütçeden pay veren bu büyük adamı çora çocuğa korkuyla anlatan bu yobazlar sevmezler ve ilerlemeden,aydınlanmadan,medeniyetten hoşlanmazlar.Hoşlanırlarsa bedavadan geçinemez,kan ememezler.İlim,irfan görmeyen bir nesil çok çabuk kandırılır.Geç karşısına iki cehennemden,iki zebaniden yahutta alışıla gelmiş kıldan ince kılıçtan keskin sırat köprüsünden,cehennemdeki ateşlerden,kaynayan zift kazanlarından bahset,ödü kakasına karışır.Ondan sonra sömür sömürebildiğin kadar.Tariakatlar,tekkeler,zaviyeler açılsın biz egemen olalım,herkesler bizlere şu günah bu sevap sorularını sorsunlar,ulemalar ve bilginler biz olalım düşüncesindedir bu softa ve yobaz takımı.Bizim ülkede kadının adı yok ama herkes koruyucu pozunda,esasında ve genelde sömürücü.Onlara göre kadın kendini koruyamaz ve geleceği üzerinde kararlara varamaz.Neyse siyaset bitmez;mevzumuza dönelim.İsmi yok genç kızımızında üzerine kendi görüşleri doğrultusunda düşüncelere itibarlar edilmeden ama büyükleri ama akrabaları,karışanları kararlara varıp,kararları verip Seydişehir'in güzeller güzeli en güzel kızını başka bir teyzesinin kızından boşanan teyzeoğluna verdiler.Artık bu doğrultuda okuyacağı yüksek okullar,gelecekteki hayalleri verilen,varılan bu kararla hepsi bitti.Arkadaşlıkları,o ortaokul ve lise yıllarının geçirdiği güzellikleri mazinin derinliklerine gömülüp gitti.Bir gün bu kentten,Seydişehir'den,büyüklerinin bizler bu dünya'dan göç edip gittikten ve yaşanan olaylardan sonra yapayalnız kalmasın diye verdikleri,kocasının kararıyla Ankara'ya göçüp gittiler.Kızını vermesine rağmen,kendi kendisiyle çelişen yahut hep çelişkilerle dolu mantık arası hesaplar yapan anne;yeğeni damadının kaba ve nereye vardığını düşünmeden sergilediği hâl ve hareketler,azarlayıcı konuşmaları,içinden bir şeyleri gün gün koparıp ruhunu ve bedenini acıttığını hissetti.İçi artık ezim ezim eziliyor gözyaşları ara ara dışa yansıyıp kirpiklerinden aşağılara iniyordu.Ne yaptım ben,ne yaptım diyordu.Tüm bunları kızına belli etmemeye çalışsada,bir ağacın içine yerleşmiş bir kurdun,yavaş yavaş ağacı kemirip,içini tükettiği gibi,içten içe kendi kendini bitiriyordu.Geceler kabusu olmuş uykular yitmişti.Kadın yaralıydı hemde yürekten yaralı.Kızının geleceği vardı,bu izdivaçla gelecek melecek hepten bitti yok oldu.Buna kendini sebep görüyor bir türlü kendini affedemiyordu.Bu dert onu hasta etti ve birgün ebediyete göç etti.Kızı yapayalnız kalmıştı.Annesinin ölümü onu çaresiz yılgın,bitik,sönük aynı zamanda güçsüz bırakmıştı.Çocukları oldu.Bu yeni baştan yaşama dönüş gibi bir şeydi.Umurunda değildi artık hiç bir şey.Sadece çocuklarına verdi kendini.Bu böyle devam etmedi.Hayat onu bir anne olarak yeni bir mücadelenin içine itti.Kocası işinden gücünden yanlış kararları,yanlış yatırımları yüzünden iflas etti.Şimdilerde hayatın içinde Ankara'da bu mücadelesini sürdürmeye ayakta durmaya çalışmakta.Herkeslere herşeylere rağmen.Bu kendini yaşayamayan bir insanın,kendi hakkında karar veremeyen,karara varamayan benim bildiğim,benim tanıdığım birinin hikayesiydi.Onu ayakta tutan ise sadece çocuklarıydı...Toplumumuzda kadının adı;Büyük Atatürk hak ve özgürlükler verse de,yok edilmeye çalışılmakta.Ülkemizde kadın kendi ayakları üzerinde durmadıkça,karar verme,kararlara varabilme yetileri asla yok.Gecenin ilerleyen saatlerinde Kozağaç tepelerinden Konya'nın ışıklarını görüyorum.Aşağı inerken Meram'a sapıp,Yaka'daki evime doğru yol alıyoruz.16/Kasım-2018 Şerafefettin Sorkun/Seydişehir anılarımdan.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SELMA GÜNERİ ve LAYIK GÖRÜLEN ONUR ÖDÜLÜ

Bir şarkı dinlersiniz geçmiş yıllarınızı hatırlatan.O şarkıyla hatırasını yaşayacağınız,tekrar bulacağınızı sandığınız sokaklar yok olmuştur.Şükran Ay'ın her şarkısı Kozan sokaklarını ve sinemalarını gözümde canlandırır.Anılarımı gömdüğüm o kentte belediye otobüsleri ve uzak semtlere gidilen dolmuşlar yoktu o zamanlar.Her yerlere yayan gider,günün yorgunluklarına rağmen hayatımızda olmazsa olmaz olan sinemaların gece matinelerinden de kalmaz muhakkak her akşam sinemaya gider,paramız olmazda giremezsek,yazlık sinemaların apörlelerinden çın çın etrafa yayılan filmin müziklerini ve sesini film bitesiye kadar dinlerdik.Bu tarz biz çocuklar için bir takılma biçimiydi.Seviyorduk sinemaları,film yıldızlarını.Onların bizim dünyamızda farklı ve ayrı bir yerleri vardı.Kozan yaz geceleri yazlık sinemalarla güzeldi.Zaman ne kötü bir mevhum bütün değerler bir bir yok oldu.Selma Güneri'nin Konya/Çumra'da seyrettiğimiz filmlerinde yeni bir yüz olarak karşımıza çıkıvermesi,bizden biri...

YAŞADIKÇA

    İnanılmaz doğal güzelliklerin olduğu ağaçlar,dağlar,göller,baharla birlikte yeşeren otların yanı sıra ufukların göğe değiverecekmiş gibi göz eriminize ulaşan,gün batımlarının akşamlara dönüşen zamanları.Kulaklarınızda çın çın pervasızca eksilmeksizin süren ağustos böcekleri ötüşlerine,gökyüzünde  parıldayarak ışıklar saçan yıldızlarda dahil aklınıza gelen gelebilen bir çok güzelliklere,kapalı kapılar ardında kalınan şu günlerde özlemler duyuyorsunuz.Artan nüfuslar,mülteci adı altında ülkeye sokulan ne oldukları belirsiz insan tiplemeleri,evlerde odalarda duvarlar arasında eşyalarla birlikte sıkılmışlıklar sizi bu düşüncelere,doğaya tam teslimiyetlere itiyor.Virüs gösterdiki,aniden çepeçevre baskınlar yaparcasına bizleri sarıvermesi kendimizi hiç yaşamamış gibi hissettirdi.Sanki o kadar yılları bizler eksiltmedik,sanki üzerimizden mevsimler hiç geçmedi,kaç kez geçen sonbaharları,sonbaharlardaki yaprak dökümlerini biz hiç görmedik?.Hiç bitmeyen işlerimizin olduğunu sanı...

DOLU DOLU SEVGİLERİM

     Kendimi çok seviyorum,seviyorumki yaşamı;kendime olan tutkum ve ihtirasımla daha bir başka algılarıma düşürüp,ömrün süren her katresinden ayrı bir zevk duyuyor,mutluluğuma mutluluklar katıyorum.Böyle hazlar alarak meydana gelen oluşum,gezegeni sevmemi gerektiriyor.Yer kürede canlılar var,yaşamın her biri ayrı ayrı renk katıcı  tamamlayıcıları.Onlar olmazsa her şey anlamsız ve varlığımızı devam ettirmemiz mümkün değil.Ya bizler,biz insanlar?.Bizler sizler yani hepimiz,bazılarımız ne düşünür sek düşünelim,nasıl eleştiriler yaparsak yapalım çok harika varlıklarız.Duygularımız var,bu duyguların meydana getirdiği arzularımız,isteklerimiz hatta ve hatta gözyaşları döküp hüzünlenmelerimiz.Ağlamak kadınlara nasıl yakışır.Hüzünlenip gözyaşları dökerken ne kadar güzeller..An olur ağlamalara bile özlemler duyup,köşe bir yere çekilip gözyaşları döktüğümüz zamanlar azmıdır?.Dram filmlerini,acıklı romanları,hüzünleri sevdiğimizden okumaz veya seyretmezmiyiz?.Özlem,hasret dolu...